Bilimkurgu Öyküsü - Gönülsüz Zaman Gezgini - Bölüm 2
Günülsüz Zaman Gezgini - Bölüm 1
Bölüm 2
Geçmişe Dönüş organizasyonunun Türkiye temsilciliği Maslak’taki bir gökdelenin otuzuncu katındaydı. Danışmadaki yarım gözlüklü kadın bizi doğrudan toplantı odasına aldı. Toplantı odasında Berk’i beklerken Ayşe nihayet olayın nasıl geliştiğini anlatmaya başladı. Birazdan yapacağımız seyahati zaman yolculuğu olarak isimlendirmenin ne kadar doğru olduğunu bilmiyormuş. Çünkü yaşayacağımız deneyimin geçmişte geçen bir bilgisayar oyunundan ne farkı olduğunu anlayamamış. Organizasyon geçmiş zaman tasarımcılarına kullanımı kolay bir geliştirme ortamı sağlıyormuş. Tarihteki belirli bir zamanı ve mekânı canlandırmak isteyen tasarımcılar ellerindeki bilgileri, belgeleri ve görselleri sisteme yüklüyorlarmış. Yüklenen veriler uyarınca tarihi mekânın ve kişilerin canlandırılması işini büyük ölçüde sistem hallediyormuş. Adından da anlaşılacağı gibi sistem sadece geçmişe yolculuk için kullanılabiliyormuş. İnternette duyurusunu görünce şansını denemek istemiş, yolculuk biletlerinin bize çıkacağından hiç umudu yokmuş aslında. Aklıma bin tane soru geldi ama ona güvenmiyormuş gibi bir izlenim yaratmamak için hiçbirini sormadım.
Ayşe’nin ilk adıyla hitap ettiği Berk kısa boylu ve tıknaz bir adamdı. Açıkçası bende zengin babası sayesinde bir yerlere gelmiş bir tip izlenimi bırakmıştı, böylesine önemli bir iş için gerekli donanıma sahip olduğundan kuşkuluydum. Ayşe’yle kısa zamanda nasıl bu kadar samimi oldukları da bir muammaydı. Sözlerine Geçmişe Dönüş ortamını test etmek için yapılan çekilişi kazandığımız için bizi tebrik ederek başladı. Onu büyük bir dikkatle dinlememiz gerekiyormuş çünkü yapacağımız yolculuğun bazı riskleri bulunuyormuş.
Sistemin en önemli özelliği geçmişteki ortamı yaratırken zaman yolcularının zihin güçlerini de kullanmasıymış, yolculuk sırasında zihinlerimiz rüyalara benzer biçimde ortamın canlanmasına yardımcı oluyormuş. Sisteme bağlanır bağlanmaz trans haline geçiyor, adeta hipnotize oluyormuşuz. Trans halinden çıkmamız için sanal zaman kapsülüne binip dönüş yolculuğunu başlatmamız yeterli oluyormuş. Süreç boyunca Berk bizlere nezaret edecek ve bir aksilik olması halinde bizi zaman kapsülünden çıkaracakmış.
Nedense birdenbire üzerime bir bezginlik çöktü ve evime dönmek istedim. Keşke birkaç saat önce Ayşe’yi ekmemiş olsaydım, o zaman ona eve dönmek istediğimi söyleyebilirdim. Aynı gün içinde onu ikinci kez yüzüstü bırakmak benim için bile aşırı bir davranış olurdu, bu nedenle ağzımı açıp tek kelime söylemedim. Daha önce çok kez yaptığım gibi eşlik ettiğim insanın iradesine tabi olmuştum. Tahminime göre içine gireceğimiz cihaz beynimizle etkileşime geçecek ve uzay-zamanı kısmen cihaz, kısmen de zihinlerimiz üretecekti. Gönülsüz olarak katıldığım bu maceradan güzel bir öykü çıkarabilirdim, tabii eğer yolculuk sırasında beyinlerimiz yanmazsa. Zihnimde belli belirsiz bir öfkenin filizlenmekte olduğunu hissettim. Öfkem çoğu zaman olduğu gibi karşımdaki insanlara değil kendime yönelikti. Dinamiklerini anlamadığım bir seyahati reddedecek cesarete sahip değildim ve içim hiç rahat değildi.
Bunları düşünmek için artık çok geçti, çünkü zaman kapsülünde koltuklarımıza oturmuş, kemerlerimizi bağlamış ve sanal gerçeklik başlıklarını başımıza geçirmiştik. Ansızın benliğimi bir panik duygusu kapladı ve zaman kapsülünden dışarıya çıkmaya karar verdim. Ayşe’nin nereye ve hangi zamana gitmek istediğimi soran sesi öylesine coşkuluydu ki bu kararımdan anında vazgeçtim. Sorusunu korktuğumu belli etmemeye çalışarak “nereye olursa, sen seç” diye yanıtladım. Ayşe hiç tereddüt etmeden “Sinop Kırsalı, Nisan 1299” dedi.
Gözümün önünde içinde yuvarlaklar gezinen kırmızı bir ekran belirdi ve yumuşak, ahenkli bir kadın sesi “Arkanıza yaslanın ve rahatlayın” dedi. Kadın yediden geriye doğru saymaya başladı, bu sırada önümüzdeki kırmızı görüntü eğilip bükülmeye, dalgalanmaya başladı. Bedenim uyuşmaya başlamıştı, hafifçe başım döndüğü için gözlerimi kapadım ancak bu hareket önümdeki görüntüde herhangi bir değişikliğe yol açmadı.
Birkaç saniye sonra kendimizi yeşilliklerle çevrelenmiş bir tepede, kocaman bir çınar ağacının altında bulduk. Ağacın altında kırklı yaşlarda bir adam ağzı açık bir biçimde uyukluyordu. Adamın yanında üzerinde Arap alfabesiyle yazılmış harfler bulunan yere saplı bir kılıç vardı. Çevrede zaman kapsülünden hiçbir iz bulunmaması yetmiyormuş gibi bir de Ayşe adamı kolundan çekiştirerek uyandırmaya girişti. Bu hareket şimdi münasebetsizlik değil de neydi? Adam uyanıp 21. yüzyıl kıyafetleri içindeki davetsiz misafirlerini görse, gösterişli kılıcını eline alıp üzerimize saldırsa ne yapacaktık?
Kara sakallı, karga burunlu adam gözlerini açıp merakla bize bakmaya başladı.
“Merhaba amca, biz buraların yabancısıyız” dedi Ayşe sanki yabancı olduğumuz her halimizden belli olmuyormuş gibi.
“Kimlerdensiniz? Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sordu adam, galiba o da bizden korkmuştu. Kendimi adamın yerine koyarak dışarıdan nasıl göründüğümüzü gözümde canlandırmaya çalıştım. Hadi gözümdeki gözlük ve ayağımdaki beyaz spor ayakkabıları neyse de, Ayşe’nin üzerinde led ışıkları gezen bluzu adamcağızda tam bir şok etkisi yaratmış olmalıydı.
Adamın yanına oturup bağdaş kurarak “Zevcem ve ben gezginiz, Costantinopolis’den geliyoruz, kalabileceğimiz bir han arıyoruz” dedim. Ayşe de gelip yanıma ilişti, led ışıklı bluzu ortalığa rengarenk ışıltılar saçıyordu.
“Kılıcımın üzerindeki yazıları okudunuz mu?” diye sordu adam.
“Bu harfleri okuyamıyoruz” dedim.
“Bana Ali Merdan Bey derler. 40 canın katiliyim.”
Adamın katlettiği insanları anlatmaya hevesli olduğu her halinden belliydi, korktuğumu belli etmemeye çalışarak “Hangi cenkte oldu bunlar?” diye sordum.
Ali Merdan Bey hiç nazlanmadan anlatmaya koyuldu: “Babam ben ondört yaşındayken rahmetli oldu. Anamla ben geçimimizi sağlamak için köyde çobanlık yapardık. İşin doğrusu anam hem ev işlerini yapardı hem de köylülerin hayvanlarını otlatmaya götürürdü. Üzerimde bir tembellik illeti vardı, söğüt gölgesinde yatmaktan gidip çalışmaya vakit bulamıyordum. Gel zaman git zaman anamın tepesinin tası attı. Çalışmazsam bana ekmek vermeyeceğini söyledi. Köydekilere de bu oğlana kimse ekmek vermesin diye sıkı sıkıya tembih etmiş. Anama koyunu sığır bir yana sineklerden bile korktuğumu izah ettim ama Nuh dedi peygamber demedi. Baktım ki pabuç pahalı, arkadaşlarımdan gizliden gizliye ekmek ve helva tedarik ettim, heybeme koyup köyü terk ettim. Beş minare boyu ya yürümüştüm ya yürümemiştim ki bacaklarımda yorgunluk peyda oldu. Ekmek ve helvaları heybemden çıkarıp afiyetle yedim. Yemeği yiyince üzerime tatlı bir rehavet çöktü, ilerideki çınarın gölgesine uzanıp uyuklamaya karar verdim. Ağzım açık bir halde uyurken sinekler ağzıma bulaşmış helvaya hücum etmişler. Uyanınca bir de baktım ki yanım yörem sinek ölüleriyle dolmuş. Uyurken bazısını ağzımda hapsederek bazısını tokatlayarak mevta etmişim. Yol üzerinde bir demirciye uğrayıp gördüğünüz kılıcı yaptırdım. Üzerine de “40 Canın Katili Ali Merdan Bey” yazdırdım. Kılıcımı belime soktum, yoluma devam ettim. Yolda karşıma dalyan gibi yedi delikanlı çıktı. Atlarının üzerinde öyle heybetli duruyorlardı ki neredeyse altıma kaçıracaktım. Bu yedi yiğit kılıcımı görünce bana iltifat etmeye başladılar. Meğerse hepsi kardeşmiş, kız kardeşlerini verecekleri cesur bir delikanlı ararlarmış. Beni köylerine götürüp kız kardeşleriyle evlendirdiler. Sonradan öğrendim ki başları kırk kişilik bir eşkıya çetesiyle dertteymiş. Bana yağız bir at ve zırhlı asker kıyafeti verdiler. Zırhı kuşanıp atın üzerine binersem eşkıyalarla daha güzel çarpışırmışım. At binmeyi sevmediğimi söyleyip hemen çiçeği burnunda zevcemin yanına koştum. Dedim ki ne cengi ne at binmesi, ben haşarattan bile korkuyorum. Dedim ki o eşkıyalar leşimi dakikasında yere serer. Zevcemden Allah razı olsun, zırhı kuşandı, yağız ata binip gitti. Bunlar bir dağ başında eşkıyalarla yaman bir dövüşe tutuşmuşlar. Zevcem meğerse Hz. Ali kuvvetinde bir âdem kızı imiş. Eşkıyaları perişan ettikten sonra yağız atını dört nala sürerek köye döndü. Böyle olunca namım dilden dile yayıldı.”
Görsel Kaynağı: https://pixabay.com/photos/pocket-watch-time-of-sand-time-3156771
Ayşe neden sinop kırsalı 1299 u seçti çok merak ettim. Neyse ki gayet enteresan bir amcaya denk gelmişler de dönünce anlatacak hikayeleri var. Tabii eğer dönebileceklerse. 🔃 👀
Gittikleri yerde kırsalda geçecek bir hikaye anlatmak istiyordum. Ayrıca Sinop'un bazı köylerinde bulunmuştum zamanında iş ve tatil için, çok güzeldir. 1299 ise ara bir zaman, beylikler dönemi, Osmanlı dönemi çok anlatıldı, farklı bir zaman olsun istedim. Ayşe belki Sinopludur, hikayede belirtmek gerekirdi.